Tarihin tekerrür etmemesi için başta 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi darbe dönemlerinde bedel ödeyenler ile baskılar ve antidemokratik süreçlerde mağdur olanların katılacakları "Ödenmiş Bedeller Unutulmasın" konulu hatıra yarışmamızı, düzenlediğimiz basın toplantısıyla kamuoyuna duyurduk.
Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu, Geleneksel Mehmet Akif İnan Hatıra Yarışması’nın 5’incisi olan “Ödenmiş Bedeller Unutulmasın” yarışmasını, darbe dönemlerinde işkence gören, sürgüne gönderilen, mesleğinden ihraç edilen, eğitim-öğretim hakkından mahrum bırakılan bazı sembol isimlerin katılımıyla, kamuoyuna açıkladı.
JW Marriott Hotel’de düzenlenen basın toplantısında konuşan Ahmet Gündoğdu, halkın seçerek Meclis’e gönderdiği, fakat millet iradesini hiçe sayanlar tarafından haddi bildirilen, kişilik hakları dahi gözetilmeyip aşağılanan Merve Kavakçı başta olmak üzere, görevini yaparken ‘andıç’lanan, köşesini kaybeden, işine son verilen basın çalışanları, inancı gereği başını örttüğü için mesleğinden atılan kamu çalışanları, eğitim-öğretim hakkı ellerinden alınan kız öğrenciler gibi bütün sosyal kesimlerden bedel ödeyenlere, devletin özür borcunu yerine getirmeye devam etmesi gerektiğini belirterek, “Hakları iade edilmeyen hiçbir mağdur kalmamalıdır. Hukuk devletinden beklentimiz, şimdiye kadar bedel ödetenlerin de bedel ödemesini sağlamak, adaleti tesis etmek ve vicdanların rahatlaması için hukukun gereğinin yapılmasıdır” dedi.
Geçmişten bu yana susturulan, bastırılan, yok sayılan özgürlükleri elinden alınan, sesleri kısılanların konuşma, sorumlularının ise gerçeklerle yüzleşme zamanının geldiğini düşündüklerini kaydeden Gündoğdu, çeteler, karanlık odaklar, vesayetçi güçler tarafından tehdit olarak görülen, hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılmaya çalışılan insanlara; milli iradeyi güçten düşürmeye çalışan anlayışın temsilcileri tarafından hep bedel ödetildiğini söyledi.
Gündoğdu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Ordudan atılıp 9 yıl boyunca annesine atıldığını söyleyemeyenler, yaşları büyütülerek idam edilenler, kadın olarak haklarını aradıkları için coplanıp çocuğunu düşürenler, eğitimleri yarıda kalanlar ve öz vatanlarında parya muamelesine tabi tutulanlar oldu. Cezaevlerinde işkence görenler, akla hayale gelmedik işkenceler nedeniyle ölmüş olabileceklerini düşünerek bunun bir kabir azabı olduğuna inananlar, işkencecilerin insanlık dışı uygulamaları nedeniyle insan olmaktan utananlar oldu. Yurtdışına sürgüne gönderilenler, kendi öz vatanında sürgün muamelesi görenler oldu. 200 bin üyesiyle Türkiye’nin en büyük eğitim sendikası olarak, ödenen bedellerin unutulmasına; bir yığın acının, gözyaşının, yüreklerdeki öfkenin bedenlerle beraber toprağa akmasına müsaade edemez, unutulup gitmesine asla göz yumamazdık.”
“Türkiye demokratikleşirken, onlar toplum adına saymakla bitirilemeyecek bedeller ödediler. Bazen konuşabildiler ama çoğunlukla içlerine attılar. Türkiye’de demokrasi korku tünelinden çıkma mücadelesi verirken en büyük bedeli onlar ödediler ama bunu haykıramadılar” diyen Gündoğdu, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu dâhil yeni sivil anayasa talepleri ile darbe ürünü bir Anayasa’dan kurtulmaya çalışılırken, darbelerin, baskıların ve antidemokratik süreçlerin yaşattığı mağduriyetlerin bir sahaf hassasiyetiyle toparlanması ve tarihe not düşülmesi için uğraştıklarını, demokrasi filizlenirken ödenen bedellerin gün yüzüne çıkarılması, bedel ödeyenlerin anılarının kitaplaştırılmasının startını verdiklerini söyledi.
Ahmet Gündoğdu, Türkiye darbecilerden hesap sorarken, paramiliter yapılar hukukun karşısına çıkarılırken, faili meçhullerin üzerine gidilirken; horlanıp aşağılanan, işten atılıp hakları ihlal edilenlerin yüreklerinde oluşan tahribatın tamiri için çalışılmaya devam edilmesi, itibarı iade edilmeyen hiç kimsenin bırakılmamasını istediklerini vurguladı.
Sadece eğitimcilerin değil, bütün toplum kesimlerinin katılımını hedefledikleri “Ödenmiş Bedeller Unutulmasın” yarışmasında toplam 13 bin TL ödül vermeyi kararlaştırdıklarını bildiren Gündoğdu, “Türkiye’nin yakın tarihinin karanlık dehlizlerini gün yüzüne çıkaracak anı yarışmamızda 1. olacak esere 4 bin, 2. esere 3 bin, 3. esere 2 bin olmak üzere mansiyonla ödüllendirilecek 3 esere biner lira, jüri özel ödülü olarak da bin olmak kaydıyla toplamda 13 bin TL’lik ödüllü yarışmamızı bugün itibariyle başlatmış bulunuyoruz. Hiçbir rakamın yaşanan mağduriyetin ve ödenen bedelin maddi karşılığı olmadığının bilincindeyiz. Anıları yazmaya teşvik etmek, tarihe not düşmeye vesile olmak ve gelecekte demokratikleşme sürecini geride bırakmış, ileri demokrasiye sahip bir ülkenin aldığı mesafenin altındaki hak sahiplerini tanımak ve tanıtmak istiyoruz. Güçlü, özgür ve ileri demokrasiye sahip bir ülkenin inşasında herkesin ortalama gayretinden öte bedel ödeyen insanlarımızı gelecekteki nesle tanıtmayı görev sayıyoruz. Tarihin tekerrürünün önüne geçmek için sahip çıkılması gereken vesayetten arındırılmış demokrasinin kalıcı hale getirilmesinin öneminin ödenen bedellerde yattığına inanıyoruz” şeklinde konuştu.
Toplantıda, darbe dönemlerinin mağdurları olan eski bakan ve siyasetçi Hasan Celal Güzel, Siyaset Danışmanı Abdurrahim Semavi, AS-DER Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Ahmet Alper, AK-DER Genel Başkan Yardımcısı Dr. Hacer Yılmaz ile başörtüsü mağduru öğretmenler Şirin Çevik ve Canan Aydın Bıçak, yaşadıkları mağduriyetlere dair birer konuşma yaptılar.
Dönemin Tanıkları Yaşadıklarını Anlattı
Canan Aydın Bıçak: 1993 yılında sınıf öğretmeni olarak atandım. 28 Şubat sürecinde başörtüsü taktığı gerekçesiyle çeşitli soruşturmalar geçirdim, cezalar aldım. Uygulanan ikna ve yıldırma politikalarının ardından 2000 yılında farklı bir maddeye dahil edilerek, memuriyetten ihraç edildim. İç hukuk yolları tükendikten sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne müracaat ettim, davayla ilgili hala olumlu-olumsuz bir yanıt alamadım. Memurların disiplin cezalarının affı ile ilgili kanun kapsamında 2007 yılında farklı bir kurumda özlük haklarımdan feragat ederek memuriyete dönebildim; ancak öğretmenlik mesleğimi icra edemiyorum.
Bizim evlerimize gitmemizden ve tarlada çalışmamızdan memnundular. Bizim öğretmen, avukat, mimar, milletvekili olmamızı istemiyorlardı. O dönem için hukuktan bahsedemiyorum; çünkü hukuk kelimesi gerçekten lüks kalır, yasaların uygulanmadığı dönemdi, bu dönem.
Soruşturma süreci öyle basit bir süreç değildi. Bu sorun yaşanırken, ailemden bile destek göremedim. Peruk kullanmam konusunda sürekli bana baskı yaptılar (annem ve babam). Diğer akrabalarımız, haklı olduğumuza inanıp maddi ve manevi destek vermediler. Yalan ifade verip kendisi hakkında açılmış soruşturmayı iptal ettirmem amacıyla okul müdürümden gece yarısı tehdit telefonu aldım. Hak arama mücadelemi ise, Başkent Kadın Platformu isimli sivil toplum kuruluşu bünyesinde aktif olarak devam ettirdim. İşsiz kaldığım süre içerisinde sigortalı olarak bir yerde kısa süreli çalıştım. Memuriyete dönerken de iki yıl hizmetli kadrosunda çalışmayı kabul etmek zorunda kaldım. Bunu reva görenler, bizleri bu şekilde çalıştırdıkları için, bunu lütfettiklerini de vurgulamaktan geri durmadılar! ...
Hasan Celal Güzel: Sabahın yedisinde yumruklanan kapımın sesi ile tahmin ettiğim gibi erkenden uyandırdılar. Evde benden başka kimse yoktu. Kapıda, sonradan Başbakanlık ‘irtibat subayları’ olduğunu öğrendiğim bir albay ile elinde otomatik silah olan bir asker vardı. Başbakanlık binasına geldiğimde tank namlularıyla karşılandım. Bu namlular aslında bana değil, millete çevrilmişti, halkın bağrına çevrilmişti. Bu yüzden 12 Eylül darbesi benim için, millete karşı düzenlenmiş alçakça bir harekettir. Bu nedenle kendimi hep şöyle tanımlarım; bir söz vardır, ‘acıların çocuğu’ diye, ‘ben de darbelerin çocuğuyum.’ Ayaş Cezaevi’nde bir yıl hapis yattım.
O dönemde öyle bir propaganda yaptılar ki, halk, “Artık ordu gelse de biz de kurtulsak” demeye getirildi. Ancak şu düşünülemedi, asker bu olaylardan önce de askerdi, yine silahı vardı. Neden o zaman kurtarmıyor da şimdi kurtarıyor; çünkü asker darbeye ortam hazırlamakla meşguldü.
Her hafta Perşembe günleri saat 11.00’da Bakanlar Kurulu toplantısı yapılırdı. O gün kabine toplantısının yapıldığı Başbakanlık Merkez Binası’nın 100 metre yakınında bombalar patlıyor, ortalıkta tam bir terör havası kol geziyordu. Daha sonra düşündüğümde, bu olayların teröristler tarafından değil, ertesi gün yapacakları ‘darbeye’ gerekçe arayanlar tarafından düzenlendiğini anladım. Eğer gerçekten insansak, eşref-i mahlûktansak, bunlara karşı çıkmak zorundayız. 12 Eylül 2007, Türkiye için bir milattır.
Şirin Çevik: Üniversiteye başladığım 1986’dan beri başörtüsü mağduriyeti yaşıyorum. Bu durum, 1989’a kadar devam etti. Daha sonra üniversiteye almamaya başladılar ve okula giremediğim için devamsızlıktan uzaklaştırıldım. O dönemde, hiç unutmuyorum, yengem aradı; okuldan atıldığım için ben üzülmeyeyim diye, beni teselli etmek için gayet samimi bir şekilde bir söz söyledi; ama söylediği sözün bende açtığı yaranın farkında değildi. Yengem, “Sen hiç üzülme, çocuklar seni aramıyorlar; anneannelerine anne diyorlar” dedi. Bu sözü duyunca, içime bir taş oturdu ve çocuklarım beni unutmasın diye hemen biletimi alıp memleketime döndüm. Çok zor günlerdi. Okulu bitirip, öğretmenliğe başladım. Aynı baskı ve yıldırmalar devam etti. Stajyerliğim kalkmıştı, müfettiş raporuyla meslekten atıldım; bunu az bulmuş olacaklar ki, kaldırılan stajyerliğimi iptal edip ‘bir daha memuriyete dönemesin’ diye evrakta sahtecilik yaparak ‘stajyerliği kaldırılmadı’ şeklinde evrakları yeniden düzenlemişler. Eğitim-Bir-Sen kanalıyla şimdi hukuk mücadelesi başlatıyorum.
Abdurrahim Semavi: Lise iki öğrencisiydim. Yasadışı örgüte üye olmak suçlamasıyla, bin civarında askerin baskınıyla Mardin Nusaybin’deki okulumdan alındım. İlk üç günü Nusaybin Tank Taburu’nun kanalizasyonunda lağımın içinde geçirdim. 90 gün boyunca sorgulandım ve ardından Diyarbakır Cezaevi’ne gönderildim. Aylarca tek kişilik hücrede 18 kişi çıplak olarak istiflenerek kaldıktan sonra, üzerimizde; dışkı, fare yedirmekten cop kullanılmasına kadar korkunç yöntemler denendi. Bilkent Üniversitesi’nde öğrenciler bana ‘ne gibi işkenceler gördünüz’ diye sordular. Çok özür diliyorum. Cevabım kısa oldu: B..k yedim. Bunu inkar edecek değilim. Sadece ben değil, oradaki herkes aynı muameleye tabi tutuldu.
‘Bir sağdan bir soldan olsun’ diyen zihniyetin dayatmasıyla benim de yaşım büyütülmeye çalışıldı; ama adli tıp başaramadı. Sadece Abdurrahim Semavi değil, daha niceleri bedel ödedi.
Bizim yaşadığımız bu bedellerle birlikte Mehmet Akif Ersoyların, İskilipli Atıf Hocaların ödediği bedellerin de unutulmaması gerekir.
Prof. Dr. Ahmet Alper: YAŞ kararıyla ordudan atıldım. Sebep gayet basitti. Dini hassasiyetler yeterliydi bunun için. Atıldıktan sonra özel muayenehanemde çalışmaya başladım. Bir yüzbaşı, hasta olan eşinin tedavisi için benden yardım istedi. Kadın çok ağır bir kanser hastasıydı. Ancak kısa bir süre sonra yüzbaşı YAŞ kararıyla, eşi başörtülü olduğu için, ordudan ihraç edildi ve emekli de olmadığı için eşinin tedavisini sürdüremiyordu. Tedavisi için uğraştık, gayret ettik. Bir gün beni aradı ve eşinin durumunun çok kötü olduğunu söyledi. Evine gittiğimde çok acı bir manzarayla karşılaştım. İki, dört ve sekiz yaşlarında üç çocuk annelerine sarılmış şekilde duruyorlardı. Doktor olarak manzara karşısında çok üzüldüm; ancak yapabileceğim bir şey kalmamış, hastalık çok ilerlemişti. Evden ayrılırken, ‘Yarabbi sana yüz binlerce şükürler olsun, beni, bana acı çektirenlerin yanından aldın, bu mazlumun evine getirdin’ diye şükrettim.
Dr. Hacer Yıldız: Yaşadığımız zulümle çok şey kaybettiğimizi zannediyoruz. Aslında kaybetmiyoruz, kazanıyoruz. O dönem öncesinde, gençlik dönemimde başörtülü olmam nedeniyle bu düşünceye uzak olan annemin benim için şöyle dediğini hatırlıyorum: “Kapıyı kilitleyelim de bize zarar vermesin.”
Ancak zulüm dönemini benimle beraber yaşayınca, benden çok daha bilgili oldu, beni daha iyi anladı. Yaşadıklarıyla Cennetlik olarak hayata veda ettiğini düşünüyorum. Demek ki, yaşanılanlar çok şey kazandırıyor.
28 Şubat sürecinde yaşananların da, 12 Eylül dönemi kitapları gibi kitap haline getirilmesi gerekiyor, acıların gelecek nesillere taşınması için bu çok önemlidir.